29 Eylül 2011 Perşembe

Geçmiyor

Seneler, aylar geçiyor da
son, sayılı birkaç gün geçmiyor.
Saatler geçiyor da son birkaç dakika geçmiyor...
Evet alışılıyor alışılmasına da,
içinde ki o sızı geçmiyor bir türlü...


28 Eylül 2011 Çarşamba

Evim Evim Güzel Evim – II

...
Bir önce ki yazımda evi ev yapan
‘içinde ki ruhtur’ diye yazmıştım.
Bunu yazınca devamında acaba bir zamanlar kendimize ev yaptığımız
ama sonra zamanı gelince sessiz sedasız toplanıp çıktığımız evlerimiz de
acaba şimdi kimler oturuyor diye düşündüm.
Mesela öğrencilik yıllarımda ilk kaldığımız evimiz;
Odun sobası ile ısındığımız,
ev arkadaşım ile merdivenlerini yıkadığımız,
çatısına çamaşır ipi astığımız,
mutfak tezgahının başında bulaşık yıkadığımız,
penceresinin bir kısmına gazete kağıdı yapıştırdığımız,
ilk misafirlerimizi ağırladığımız,
eve gidemediğimiz hafta sonlarında penceresinden görünen
upuzun yola dalıp gittiğimiz,
bazen o yolun bize arkadaşlarımızı getirdiğini gördüğümüz,
arkadaşlarımız ile bazen ders çalıştığımız,
bazen saatlerce sohbet ettiğimiz,
ev dönüşlerinde hüzünlü sessizliğimize döndüğümüz,
balkon kapısının kilidi bozuk,
yan komşuda ağlayan bebeği duyduğumuz evimiz...
Sonra oradan taşındık
sessiz sedasız.
Perdelerimizi aldık, halılarımızı topladık.
Ben duvara astığım resimleri kaldırdım.
Pencere kenarına koyduğum aynayı,
pencere boşluğuna dizdiğim kitaplarımı aldım.
Son bir kez etrafa baktık,
anahtarını teslim ettik,
bizden hiçbir iz kalmadı orada,
uzun bir süre yabancı bir şehirde bize ev olan o bina
yine kendi sessizliğine, karanlığına döndü kısa bir süre için.
Sonra...
Sonra kim bilir belki bizden sonra yine bir öğrenci yerleşti oraya
belki yeni evlenen bir çift,
belki tayini yeni çıkmış bir memur,
bu defa onların sesi yankılandı odalarda,
onların kokusu sindi,
belki sandalyelerini bizim koyduğumuz yere koydular,
belki onlarda bizim gibi pencere önlerinde dalıp gittiler,
belki duvarların rengini beğenmediler,
belki onların perdesi daha büyüktü,
belki onlar çamaşırlarını çatıda kurutmadılar...
Ama onlarda o beton duvarları ev yaptılar kendilerine.

27 Eylül 2011 Salı

Beklenti

Artık ilkokulda da değiliz ki aşı olalım da eve gidelim...

Evim Evim Güzel Evim - I

Bir evi ev yapan nedir?
Bir evi ev yapan
ne özenle seçtiğimiz perdeleri,
ne pahalı halıları,
ne de mobilyalarıdır.  
Bir evi ev yapan içinde ki ruhtur.
Aylarca heyecanla eşya seçen, taksitle mobilya alan,  
gelinliği ile o eve gelen genç kızdır.
İşten gelecek eşine, okulda ki çocuklarına yemek yapan annedir.
Babasının kucağında evine gelen henüz bir iki günlük bebektir.
Yolu gözlenen teskeresini almış oğuldur.
Odasına kapanıp günlük yazan genç kızdır.
Mutfak masasında kargacık burgacık çizgilerle ilk ödevini yapan öğrencidir.
Bayramlarda özlemle beklenen lüle saçlı torundur.
Bir ev tutup düzenini kurunca ailesini yanına alan memurdur.
Yabancı bir şehirde,  ilk defa gördüğü insanlarla birer
odasını paylaşan öğrencidir.
Yabancı bir ülkede, yabancı bir kültürde tek bir odaya sığan,
halısını seren, duvarlarına memleket resimleri asan,
onu kendinden kendi kültüründen bir parça yapandır.
Yılda on günlüğüne baba ocağına gelen, ocağını tüttüren gurbetçidir.
Soluk renkli, demir parmaklıklı, uzun karanlık koridorlu lojmanları
aydınlatan, penceresinde hasret düşlerine dalan
yeni tayini çıkmış öğretmendir.
Bahçe kapısında yolu gözlenen babadır...
.
.
Devam Edecek...

26 Eylül 2011 Pazartesi

El Emeği Göz Nuru

                                         Foto: Netten

Daha on iki on üç yaşlarındayken yaz tatillerinde annem ve arkadaşımın
annesi bize el işi yapmayı öğretmişti.
Başta tatillerde sıkılmayalım, vakit geçirelim diye başladığımız bu uğraş
daha sonraları bizim en güzel hobimiz olmuştu.
Her yaz tatilinde öğrendiğimiz el işini biraz daha geliştirip,
daha zor işler yapmaya başlamıştık.
Önceleri renk renk iplerle basit danteller, oyalar yaparken
daha sonraları etamin işleri, daha zor danteller, örgüler yapar olmuştuk.
Örneklerimizi artık kendimiz 'çıkarır'
takıldığımız bir yerde birbirimize yardım eder olmuştuk.
Arkadaşım annesi köyde doğmuş,
büyümüş genç kızlığı köyde geçmişti.
Bazen ona bir şeyler sormaya gittiğimizde bizim elimizde ki
renkli iplere dalar gider, belli ki zor şartlarda hazırladığı kendi
‘çeyizi’ gelirdi aklına.
Sandıklarda sakladığı, gözü gibi baktığı çeyizi...
Henüz genç bir kızken yaz kış demeden sabah namazında kalkıp
önce tarlaya çalışmaya gider, sonra güneş biraz yükselince bu defa da
bahçelerinde çapa yaparmış.
Güneş battıktan çok sonra eve gelirdik derdi.
Eve gelince de yemek ve evin diğer işlerinde annesine yardım eder,
sonra herkes uyuduktan sonra o zamanlar kullanılan ‘idare lambası’
ışığında kendisine ‘çeyiz’ yaparmış.
Bazen babaannesi ‘gazı harcama’ diye kızdığında onu söndürüp
odun ateşinin aydınlığında devam edermiş.
O ateşin aydınlığında gece yarılarına kadar uykusuz kalarak,
kim bilir hangi düşlere dalarak iğne oyaları yapmış kendine.
Köydeki diğer genç kızlardan geri kalmamak için,
çeyizinde eksik kalmasın diye gece yarılarına kadar
uykuya tercih etmiş çeyiz yapmayı.
Ben o zamanlar yaptığı el işlerine şaşkınlıkla bakar,
o zamanın şartlarına göre nasıl böyle bembeyaz kaldıklarına,
tek bir lekenin olmamasına,
hele de bu ince zarif iğne oyalarının yarı karanlıkta yapılmış
olmasına iyice şaşırırdım.

23 Eylül 2011 Cuma

...

...Gittiğin günler yaklaşıyor.

İlk Adımlar

Attığımız her adım bizi başarıya, yeni hayatlara, geleceğe
biraz daha yaklaştırdı.
Yaşımız büyüdükçe attığımız adımlarda büyüdü, anlam kazandı.
Hayatımızda daha büyük değişikliklere taşıdı bizi.
Adımlarımız bizi bazen yeni bir okula, bazen yeni bir ülkeye,
bazen yeni bir işe, bazen yeni bir hayata,
bazen mutlu bir beraberliğe götürdü.
Bazen kendi kendimize karar aldık, bazen destek bekledik.
Bazen bizi mutlu etti,
bazen yanlış adımlar attık.
Pişman olduk.
Bazen iyi ki dedik, bazen ahhh keşkelerle geçmişe dönmek istedik.
Bazen tepki gördük, yargılandık, eleştirildik.
Bazen takdir edildik.
Ama ne olursa olsun biz içimizde ki sesi dinledik.
İlk adımlarımızı iyi, güzel şeyler ümit ederek attık hep.

15 Eylül 2011 Perşembe

Elimde Ne Var?

Bir şeyler okurken, biri ile konuşurken, televizyon izlerken,
uzun uzun düşünürken, mutlaka elimde bir şeyler olur benim.
Hatta bazen çalışırken bile.
Bu bir kâğıt parçası olabilir, bir kalem olabilir, bir saç tokası olabilir,
bir ataç olabilir, hatta bitmiş bir kağıt mendil rulosu bile olabilir...
Elimde tutar, çeşitli şekillere sokar, katlar, parmaklarıma dolar,
yeni şekiller bile uydurabilirim.
Saatlerce elimde olur o nesne, hiç sıkılmam...
Şu an işyerimdeyim, masamda bitmiş bir kâğıt havlu rulosu var.
Ara ara ekrandan bir şey okurken gayri ihtiyari elime alıp parmaklarımda
çevirmeye başlıyorum.
Ama artık biri görmeden vedalaşıp atsam iyi olacak.


Bir arkadaşa not:
Kâğıt havluları çok harcama...
Marulları akan muslukta değil, bir leğende yıka...
Elimde ki bu rulo, streç film rulosundan daha ince,
insanın elini o kadar acıtmıyor ve evet onun dürbünü daha güzeldi...
Ama o rulo ile benim halı silkeleme fikrimde iyiydi demi?

13 Eylül 2011 Salı

Sorumluluk

Bu aralar ağır sorumluluklarım var.
Kardeşleri kendine emanet edilen büyük abla gibiyim,
23 Nisan’ da kürsüde şiir okuyacak öğrenci gibiyim,
köyünden okumak için büyük şehre giden tek öğrenci gibiyim,
evinde ilk defa misafir ağırlayacak ev sahibi gibiyim...
Benden güzel kelimeler bekleyenler var,
ne yazdım diye her gün gelip bakanlar var.

Sevgi

Bizi birbirimize birleştiren ne kilometrelerce yollar,
ne okyanus ötesinden binip geldiğimiz uçaklar,
ne hızlı trenler,
ne otobüsler,
ne de arabalardır...
Bizi birbirimize birleştiren, kavuşturan içimizde ki sevgidir.


8 Eylül 2011 Perşembe

Gereksiz Ayrıntılar

Ara ara çekmecelerde, kutularda temizliğe girişiyorum.
Yıllardır biriktirdiğim belki bir zamanlar benim için bir anlamı olan
ama şimdilerde sadece ‘döküntü’ olan birçok şeyi hiç acımadan atıyorum.
Neleri saklamışım şaşıyorum kendime.
Okul pasoları, sınav kâğıtları, yılbaşı kartları, önemli sınavlarda kullandığım
kalemler, belki bir zamanlar çok severek okuduğum kitaptan alıntı
yaptığım sözlerin şiirlerin yazılı olduğu kâğıtlar, tren biletleri,
sayfalarına şiirler, şarkı sözleri yazdığım ders kitaplarım,
okul defterlerim, kurutulmuş çiçekler...
Hepsini bir bir atıyorum.
Hem bunları yıllardır biriktirmiş olduğuma şaşırıyorum hem de
zamanı gelince onlardan bu kadar kolay vazgeçebildiğime şaşırıyorum.
Beynimin bana oynadığı oyuna şaşırıyorum,
birçoğunu bir zamanlar ne düşünerek biriktirmeye karar verdiğimi
hatırlayamıyorum, şimdi birçoğunu elime aldığımda bana bir şey ifade
etmemesine şaşırıyorum.
Zaman her şeyi silermiş öğreniyorum.

Telefon

Evimize bağlattığımız ilk telefonumuz bir zamanlar postaneden abonelerine
verilen telefonlardandı.
Kare şeklinde üzerinde herhangi bir yazı veya desen olmayan,
sadece numaraların olduğu krem renkli bir telefondu.
Gayet sade ve sıradan...
O zamanlar mahallede sadece bizim evde telefon vardı.
Hemen hepsi başka şehirlerden gelen ve uzaklarda tanıdıkları
olan komşularımız bizim telefon numaramızı kullanır,
onlara ulaşmak isteyen akraba veya tanıdıkları bizim evi ararlardı.
Telefon açılır, önce arayan kişinin kim olduğu anlaşılmaya çalışılır,
daha sonra gidip o komşuya haber verilirdi.
Çoğu zaman arayan kişi aradaki mesafeyi bilmediğinden veya sabırsızlığından
daha çağırılan kişi gelmeden bir daha arar bu defa da ya kendi bekler ya da
yine aramak üzere telefon kapatılırdı.
Bazen de bu defa çağrılan kişi gelir, uzunca bir süre bekler ama
beklenen telefon bir türlü çalmazdı.
Bu sırada zorunlu misafire çay ikram edilir,
yemek saati ise sofraya davet edilir,
hatta o telefonu beklerken koyu bir sohbet bile başlardı.
Biz, konuşan kişi rahat etsin diye bazen dışarı çıkar bazen de
başka odalara gider, O'nu yalnız bırakırdık.
Bizler o telefon konuşmalarında çok hasret gözyaşlarına, sevinçli haberlere,
düğün davetlerine, gece yarısı gelen ölüm haberlerine tanık olduk,
evde bulamadığımız komşularımız için not aldık,
kapılarına haberler götürdük.
Yeni evlenip de mahallemize yerleşmiş komşularımızın özlemlerine
tanık olduk, yanlış numaralara laf anlatmaya çalıştık...