26 Eylül 2012 Çarşamba

Evvel Zaman İçinde...

İnsanları dinlemeyi severim...
Hangi konuda anlatırlarsa anlatsınlar, dinlerim.
Öyle dinliyor gibi görünüp, bitirsin diye gözünün içine de bakmam,
sıkılmam...
Canla başla dinlerim.
Ve anlattıklarını kesinlikle unutmam,
gün gelir kendileri unutur atlattıklarını ama ben unutmam.
Böyle büyüdüm çünkü,
insanları dinleyerek büyüdüm.
İnsanların yüzleri silinse bile aklımdan, sesleri hep kaldı kulağımda.
Bundan sanırım her şeyi dinleyerek öğrenirim...
Böyle öğrendim çünkü,
insanları dinleyerek öğrendim çocukluğumda ki her şeyi.
Uzun kış gecelerinde,
karın değil başka kasabaya başka evlere bile gitmeye imkan vermeyecek
kadar çok yağdığı, elektriksiz, yalnız köyümde,
biz çocuklar sadece dinlerdik...
Büyükler, bazen başlarından geçen ilginç hikâyeleri,
bazen çocukluklarını, bazen geçmişi, bazen geleceklerini
her şeyi anlatırlardı bize.
Bizde bu yarı gerçek, yarı hayal,
yarı hayat, yarı masal şeyleri gözümüzü kırpmadan dinler de, dinlerdik...
Gün yavaş yavaş karla kaplı köyümüzün üstünden batmaya başlar başlamaz,
önce yemeklerimizi yer, sonra dersler yapılır.
Ve biz kardeşlerimle sabırsızlıkla amcamlara giderdik.
Bu sıralama hemen her akşam aynı olurdu.
Her gittiğimizde amcam, çoktan yemeğini yemiş divanında oturur olurdu.
Tüm gün başından çıkarmadığı şapkasını dizine koymuş, kulağı yeni başlayan
‘ajansta’ bir yandan da eliyle sigara tabakasından sigara sarar olurdu.
Biz çocuklar yavaş yavaş etrafında toplanır, sabırsızlıkla ‘ajansın’ bitmesini beklerdik.
Sonra büyükler de gelir,
çaylar tekrar ocağa konulur, ateş geçmiş mi diye kontrol edilir,
koyu bir sohbet başlardı.
Biz çocuklar sabırsızlıkla sıranın bize gelmesini bekler,
anlatılacak masalın hayallerini kurardık.
Derken nihayet masal sırası gelir,
her masalın başında kim bilir kaçıncı defa dinlediğimiz o meşhur tekerlemenin
bitmesini yine sabırsızlıkla bekler ve Dede Korkut’la başlayan,
Köroğlu ile devam eden, türlü türlü masallarla sonlandırılan
gecede biz başka hayallere, başka dünyalara giderdik.
Küçük köyümüze, küçük hayallerimize inat...

Bekle Bizi Karadeniz


Karadeniz...
Senin dağlarının tepeleri yine öyle sisli olur,
tertemiz yaz yağmurları yağar yine...
Köy evlerin yine öyle yalnız, sessiz.
Yolları gözleyen birkaç yaşlı kalır sadece oralarda,
yine her kes kendi yalnızlığında olur...
Yemyeşil çayırların da sadece kuşların sesleri.
ama biz,
Biz, bir daha ne zaman geliriz?
Ne zaman gezeriz oraları bilinmez.
O zamana kadar bekle bizi Karadeniz.
Bir arkadaşı bekler gibi bekle bizi...

21 Eylül 2012 Cuma

Yağmur Yağıyordu Bu Sabah

Yağmur vardı bu sabah her yerde...
servis bekleyen öğrenciler,
saçak altına saklanmış işçiler,
şemsiyesi olanlar,
şemsiyesiz çıkanlar,
sandaletliler,
tişörtlüler,
yağmurluk giyenler,
patates çuvalını sırtlayan işçi,
hal arabasını çekmeye çalışan yaşlı amca,
yemek arayan küçük serçeler,
yaprakları sararmaya başlamış ağaçlar,
annesinin şemsiyesini kapmış küçük anaokulu öğrencisi,
her kes...
Bu sabah aynı yağmurda ıslanıyordu bir şeylerin uğruna...

19 Eylül 2012 Çarşamba

Tek Başına

Bir ölüm bir de yalnızlıktır tek başına yaşanan.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Sıkıntı

Gittiğin günler yaklaşıyor...
Bundan mı acaba içimde ki bu bitmez tükenmez sıkıntı.

Seremoni

 Lisedeyiz, ilk yılımız...
Üç arkadaş aynı mahalleden gidiyoruz okula,
iki belediye otobüsü yolculuğu boyunca ve sınıfta da bir birimizden
nerdeyse hiç ayrılmıyoruz.
Üçüncü arkadaşımız başka bir sınıfta,
ama O da teneffüslerde soluğu bizim yanımızda alıyor.
Akşamları dönüş saatimiz ders sayısına göre değişiyor ve
akşam dönüşleri de sabah olduğu gibi kalabalık otobüs yolculukları ile iyice zorlaşıyor.
Biz aynı sınıfta olan iki arkadaş pazartesi günleri bir ders daha erken çıkıyoruz.
Ama hemen eve gelmeyip, diğer üçüncü arkadaşımızın da dersinin bitmesini bekliyoruz.
Bazen okulun bahçesinde, bazen sınıfta o çıkana kadar oyalanıyor, zaman geçiriyoruz.
Sonra üçümüz, tüm lise hayatımız boyunca yaptığımız gibi beraber dönüyoruz mahallemize.
Bu seremoni her pazartesi tekrarlanıyor...
Bizim yine pazartesi günleri seremoni haline getirdiğimiz bir diğer şey ise
hala açık olan kantinden üç tane fındıklı ‘tadelle’ çikolata alıp yemekti.
O sırada derste olan arkadaşımızı da unutmaz, onun payını da mutlaka alırdık.
Biz, yaramaz çocuklar gibi sanki pazartesi günlerini iple çeker,
hiç aksatmadan bunu tekrarlardık.

13 Eylül 2012 Perşembe

Kime Niyet Kime Kısmet

Günler süren yolculukla, kilometrelerce yol gidip,
sabahın erken saatlerinde küçük bir kasabaya varıyoruz.
Odun ateşinde pişen köy ekmekleri ile kahvaltı yapıyoruz.
Günler öncesinden hazırlanıp, kışlık diye saklanan ama bir yaz günü
bize de yemek kısmet olan kuş burnu pekmezini de katık yaparak.
Dağların tepesinde, çam ağaçlarının arasında, sislerin gölgesinde ki
köylere çıkıp, dallar arasında saklanmış böğürtlenlerden avuç avuç yiyoruz.
Dallarında kalmış, henüz kimsenin görmediği elmalardan bizde payımıza düşeni topluyoruz.
Taneleri henüz yeni olmaya başlamış mısırları topluyoruz, mısır tarlalarının içinde gezerek.
Bir tarlanın ortasında tek başına kalmış ağaçtan kızılcık topluyoruz.
Sanki o bir metrecik boyu ile bizim için kızılcık vermiş gibi.
Kıpkırmızı süsleri ile hiç olmadık ve beklenmedik bir anda karşımıza çıkıyor.
Yine bizim gibi birkaç günlüğüne kilometrelerce yol gelen insanlarla tanışıyoruz,
sohbet ediyoruz.
Gecenin bir saatinde yorucu bir gün ve yolculuğun ardından, açık bulabildiğimiz
bir köy kahvesinde son çayları da biz içiyoruz.
Henüz çocuk yaştaki çalışan, bu kadar müşteriyi tek başına ağırlamanın telaşında...
Kapının önünde ki bisikleti son müşterileri de göndermesini bekliyor.
Biz, plansız ve tamamen kendiliğinden gelişen bir gezi hiç aklımızda olmayan yerlere gidiyoruz.
Kendimizden izler bırakıyoruz kısa süreliğine de olsa.
Bazen bir köy kahvesinde sandalye de,
bazen birkaç saatliğine misafir olduğumuz evin mutfağında,
bazen bir tarlada,
bazen de bir elma ağacığın dallarında.
bazen de ellerimizi yıkadığımız köy çeşmesinde...

Ortaya Karışık


Gün içinde bir bakıyorum içli bir türkü dilimde,
bir bakıyorum bir sanat müziği,
bazen de arabesk...
Hepsi tek tek dilime dolanıyor,
ruh halime göre.

11 Eylül 2012 Salı

Çok


Daha çok dinle,
daha çok düşün,
daha çok paylaş,
daha çok ver...

Az

Bazen;
daha az konuş,
daha az ye,
daha az harca,
daha az al,
daha az tüket...

10 Eylül 2012 Pazartesi

Sen Yeter ki Oku


Köyümde okudum o iki yıl içinde tüm yokluklara rağmen tüm araç gereçlerim
hep eksiksiz oldu.
Renk renk kalemlerim, desenli kalem kutularım.
İkinci sene ‘Cin Ali’ kitaplarım...
Bir kalem tıraşım vardı mesela, üstü desenli.
Ev resmi vardı, üç boyutlu renkli.
Eline alıp oynatınca resimde hareket ederdi.
Diğer çocukların bez çantalarının aksine,
bir okul çantam vardı mesela.
Kırmızı.
Buraya taşınınca, yine tüm yokluklara rağmen,
yine hiçbir şeyim eksik kalmadı.
Biraz geç alındı evet,
ama hiç eksik kalmadı...
Çeşit çeşit suluboyalarım, pastel boyalarım...
Hepsi eksiksiz alındı.
Babamın durumu iyi olduğu için değil,
zengin olduğu için değil,
babam, okumamızı istediği için vardı her şeyimiz...
Babam, okuyalım diye gözümüzün içine baktığı
için vardı her şeyimiz...
Babam, diğer babaların aksine kızını tek başına ‘ortaokula’ gönderme cesareti
gösterdiği için vardı aslında her şeyimiz...
Babam, hiç birimizi feda etmeden dört çocuğu okutma cesaretini
gösterdiği için vardı aslında her şeyimiz...


7 Eylül 2012 Cuma

Boşluk

Biliyorum, istemesem düşmem o boşluklara.
Yapabilirim biliyorum...

Okul Alışverişi


İlkokula başladığım sene.
Henüz kolum yeni kırılmış, üstelik sağ kolum...
Babam ilçeden okul alışverişimizi yapmış.
Benim, abilerimin, bir de amcamın yetim çocuklarının.
O kadar çok ki alınanlar.
Herkes sevinç içinde kendi kitaplarını, defterlerini, kalemlerini ayırıyor.
Ben hem en küçüğüm, hem okula yeni başlıyorum
en önemlisi de kolum kırık...
Bundan sanırım, bana daha farklı şeyler alınmış.
Bir kazak var mesela kısa kollu, renk renk çizgili, gömlek yaka
çok güzel...
Kolumda ki alçı yüzünden çok zor giyiyorum.
Herkes çok yakıştı diyor.
Benim o sene ilk defa kendime ait defterlerim, kitaplarım oluyor.
O sene bende öğrenci oluyorum,
üç yıl okuyacağım köyümün okulunda.

Sabır


Hiç gelmeyecek olanı beklemek en büyük sabır değil midir zaten.

Ayrılık Zamanı


Eylül...
Herkesin çantasını toplayıp gitme ayı.

Zor Sınav

Gün geliyor hiç beklemediğimiz zamanda,
hiç beklemediğimiz yerde
zor şeylerle sınanıyoruz.
Bazen en sevdiğimizin sağlığıyla, bazen yokluğuyla...
Sonra zaman geçiyor,
sabır diye diye...
Kara bulutlar geldiği gibi kayboluyor.
Hastane kapısında bekleyen biz,
bir bakıyoruz başka bir hayat için 
adım atma telaşındayız, içimizde kıpırtılar.
O günler geçmiş, unutulmuş çoktan
sadece şükürlerle anıyoruz...

İkinci Memleketim


Şimdi yaşamakta olduğum ilçeyi, diğer büyük şehirlerle karşılaştırdığımda
kayda değer bir özelliği çıkmıyor aslında ortaya.
Küçük bir çarşısı,
kalabalık sokakları,
sanayi şehri olması sebebiyle
hemen her memleketten insanın olduğu,
bazılarına göre kalabalık, düzensiz, karışık, yaşanmaz...
Burada insanlar bir birine hem yabancı hem değil,
hem yakın hem uzak.
Burada ‘yerli’ diye bir şey yok,
hemen herkesin özlemini duyduğu, yılda bir defa da olsa gittiği,
bir ayağının orda olduğu başka bir memlekette bir ‘baba ocağı’
var aslında...
Ama herkes kendince nedenlerle uzun yıllardır burada artık.
Hemen herkes için köyünden sonra sığındığı liman burası,
Bizim gibi yani yüreği ikinci ayrılıkları kaldıramayacak olanlar için
ikinci memleket artık burası.
Bizi bir zamanlar büyük hayallerle alıp buraya getiren babalarımız
bu topraklarda yattığı sürece bizim için belki de asıl memleket burası.

6 Eylül 2012 Perşembe

Yirmi Beş MEHMET

                                                                         Foto
Bazılarının '25 tane' diye söz ettiği aslında;
Yirmi beş evlat,
Yirmi beş ana kuzusu,
Yirmi beş kıymetli,
Yirmi beş can,
Yirmi beş yürek acısı,
Yirmi beş ciğerpare
Yirmi beş yara,
Yirmi beş acı,
Yirmi beş hasret,
Yirmi beş umut,
Yirmi beş hayat,
Yirmi beş ömür,
Yirmi beş gençlik,
Yirmi beş yarın,
Yirmi beş hayal,
Yirmi beş gelecek,
Yirmi beş göz nuru,
Yirmi beş ocak,
Yirmi beş anne,
Yirmi beş baba,
Yirmi beş kalp sızısı
Yirmi beş gurur,
Yirmi beş MEHMETCİK demek,

5 Eylül 2012 Çarşamba

Samimiyet

Eskiden komşu komşunun külüne muhtaç iken,
insanlar daha bir samimimiydi sanki.

4 Eylül 2012 Salı

Aylardan Eylül

Aylardan eylülse ve sabahları üşüten sonbahar rüzgârları başlamışsa
ve ben ara ara ellerinde valizleri, otobüsten yeni inmiş,
ürkek bakışlı öğrenciler görmüşsem eğer,
yüreğime ağırlıklar çöker.
Yine böyle bir eylül sabahında,
bilmediğim ama birkaç yıl yerleşip okuyacağım şehirde,
 sonbahar rüzgârında üşüdüğüm o sabah gelir aklıma.

Ne Zaman Geleceksiniz?

İster bir, isterse sekiz çocuğun olsun gün geliyor aslında elinde kimse kalmıyor.
Gün geliyor sessizliklere bürünmüş küçük bir kasaban da, 
her odası bir çocuğunun kokusu ve
hatırası ile dolu evde bir başına kalakalıyorsun.
Şimdilerde sadece isimlerinin yankılandığı o sessiz odalarda,
her birinin tek tek resmi yerleştirilmiş en güzel köşelerde,
vitrinlerde okul zamanlarından kalma el işleri, karneleri...
Nasılda yeni, nasılda canlı hepsi.
Sanki hiç biri büyümemiş, gitmemiş gibi.
Birazdan kimi okulundan, kimi parktan, kimi komşudan çıkıp da gelecek gibi.
Ya da az evvel ‘ben arkadaşıma gidiyorum’ deyip de çıkmışlar gibi sanki bu evden.
Sanki asma ağacının altında oturup da bekleyince, hepsi bir bir sokağın köşesinden çıkıp gelecek gibi.
Bir bayram sabahı...


3 Eylül 2012 Pazartesi

Boş Dünya

Daha çok iş, daha çok para için gece gündüz çalışan,
gözünü hırs bürüyen insanlara gösterebilseydim keşke
gidenin ardında askıda asılı kalan, rengi solmuş o yeleği...
O giden ki, onu bile götüremedi diyebilseydim.

Kendine İyi Bak

Daha dün merdivenleri bile çıkamayan güzel çocuk...
Güzel gözlü, uzun kirpikli, masum çocuk...
Gittiğin yerlerde kendine iyi bak olur mu?
Elleri nasırlı baban için,
her gün yüreği ağzında bekleyecek annen için kendine iyi bak...
Ve yine böyle dön, kaldığın yerden devam et olur mu?