30 Aralık 2010 Perşembe

Kaynak Mutlaka Yazılacak


Dönem ödevi konusunu yazarken,
daha sonra kaynak bulma çilesini de anlatırım diye yazmıştım.
Ödevler dağıtılır, daha sonra yazım kuralları şöyle bir geçilir
ve değişmez kural bir daha hatırlatılırdı. ‘kaynak mutla yazılacak’
Yazılacak yazılmasına da o kaynak nasıl bulunacak?
Şimdi düşününce inanması ne kadar zor geliyor o zamanlar çektiğimiz zorluklara.
İlkokul yıllarında her sınıf için hazırlanmış okul ansiklopedileri olurdu.
Kapağı kalın, üstünde genellikle bir öğrenci resmi olurdu
ve adı yazardı ‘5 Sınıf Ansiklopedisi’
Ödevler oradan yapılırdı, ama oda herkeste olmazdı,
 sadece sınıfta bir veya iki kişide olurdu.
Daha sonra ortaokul yıllarında aldığımız dönem ödevlerimiz için
(o zamanlar her dersten dönem ödevi verilirdi)
kendi ders kitaplarımızdan yararlanırdık,
ama onlarda çok kısa birkaç satır olurdu yeterli gelmezdi.
Şanslı isek cilt cilt ansiklopedileri olan bir tanıdık veya onun tanıdığı olurdu ki
hiç böyle bir tanıdığım olmadı.
Gerçi son zamanlarda gazetelerde verilen ansiklopediler yaygınlaştı
da lisenin son yıllarını onunla idare ettik.
Peki bunca zorluğa rağmen neden kütüphaneye gitmiyorduk?
Yaşadığım yerde inanması güç ama doğru dürüst bir kütüphane yoktu.
Birkaç tane okul kütüphanesi o kadar.
Onlarda ya bize uzak olurdu,
ya kendi öğrencisinden başka öğrenci almazdı,
ya da gidince çeşitli nedenlerle içeri giremezdik kapalı olurdu
veya görevli olmazdı.
İçeri girsek bile bu defada kaynağa ulaşamazdık.
Görevliye yeterince dert anlatamazdık o da zaten dinlemek istemezdi,
çoğu zaman hiç bakmadan yok derdi,
bazısı konuyu sorardı sonra bir kitap getirirdi hiç alakasız bir şey,
ara tara konun yok içinde, olsa bile kısacık yeterli değil
cesaretin varsa git ikinci bir kaynak iste.
Olurda bulursan kaynağı bu defa da dışarı çıkarmak yasaktı.
Kısıtlı zamanda hemen aceleyle orda yazıp,
kapanmadan teslim etmen gerekirdi.
Şimdi bile bunları yazınca o zamanlar ki hayal kırıklıklarımı hissettim içimde.
Çoğu zaman ıslanarak, karda, akşam karanlığında okul çıkışında büyük ümitlerle gittiğimiz kütüphanenin kapısından geri döndüğümüz zamanlar geldi aklıma.  
   

Bize Yaranılmaz


Ne nankör insanlarız.
Asla ama asla bir şeylerden memnun kalmıyoruz.
Hep şikâyet, hep sızlanma halleri. Yaz gelse bıkarız,
kış gelse bıkarız.
Emin olun çoğu zaman biz bile kendimize tahammül edemeyiz.  

Sonra


Sonra her şey geçer, kış biter bahar gelir. Her şey unutulur.
Ne diyor şarkıda:
...İlkbahar, yaz
Kış, sonbahar
Hiç fark etmez demiştik.
Baharda nasılsa yağmurlar yağar.
Çiçeklenir yürekler.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Biraz Cesaret Yapabilirim

Çıkıp gitmeli şimdi, bırakmalı her şeyi geride.
Uzakta gördüğüm kurumuş yapraklarla süslenmiş yollarda,
çimenlerin üzerinde yürümeli,
yürüdükçe hafiflemeli insan.
Yağmurda ıslanmış banklarda soluklanmalı.
Şimdi okul saati öyle olmazsa bile kış,
parkın pas tutmuş salıncakları bomboş.
Burnumda soğuk havanın, soba dumanın, közlenmiş kestanenin kokusu...
Gel gör ki hiç birini yapamam;
a- İşten izin alamam.
b- Alsam bile geçerli bir mazeret bulamam.
c- Bu soğukta herkes deli der, buna cesaret edemem.
    Çıksam bile evime giderim doğruca. 
d- Hayal etmek daha güzel.
e- Hepsi
f- Hiçbiri

Eskiden...



Klasik bir yazı olacak ama yinede bu konuda bir şeyler yazmak istedim.
Ne zaman bayram, yılbaşı gibi özel günler olsa insanlar hep eskiyi hatırlar.
Yaşlılarında, biraz daha genç olanlarında mutlaka eskiye dair bir hatırası var. 
Hemen herkes benzer cümleler kuruyor, iç geçiriyor,
günümüzde yaşananlara sitem ediyor.
Yılbaşında eskiden kartlar atılırdı diyorlar tamam şimdide atılsın,
kimse kendine gelen kartı okumadan yırtacak kadar da duygusuzlaşmadı.
O kartı alan kişi de belki daha kolayına geldi,
mail attı, önemli olan seni hatırlaması değil mi.
Eskiden kartlara iyi dilekler, selamlar yazılırdı,
yanlış hatırlamıyorsam zarfa konulmadığı için adreste ayrılmış yere yazılırdı.
Çoğu zaman yazılacaklar sığmaz, boş bulunan her yer mutlaka değerlendirilirdi.
Biz o kartlara neler sığdırmadık, ailenin her ferdine ayrı selamlar,
ayrı hatır sormalar, hasretler...
Şimdi mail yazacak olsak, sığmama gibi bir sorun yok.
Yazdıkça sonsuzluğa uzanacak gibi satırlar var,
 ama biz ne yazabiliyoruz ‘hiç’ sadece bir veya iki satır tutuyor yazdıklarımız.
Asıl sorun bu işte, burada önemli olan duygunun ne şekilde gönderildiği değil,
 hangi şekle büründüğü değil, eskiden ulaktı, posta güverciniydi, mektuptu,
karttı, şimdide mail oldu değişen bir şey yok.
Sadece şekil değiştirdi, olması gerektiği gibi oldu çağa uydu.
Önemli olan çoğumuz acaba oraya sayfalarca yazacak ne buluyoruz?
Ne paylaşıyoruz?
Bence durup düşünmemiz gereken konu bu.
Ben kendi adıma bana kart gelmeyeceğini biliyorum, beklenti içinde değilim.
Beni hatırlamak isteyen kişilerin mutlaka mail yoluyla ulaşacaklarını biliyorum
ve onu bekliyorum. Gördüğüm her maili heyecanla açıyorum.  

Film Tadında


Hayat, bazen yıllardır izlediğimiz bir film bir dizi karesi olsa ne güzel olurdu.
Hiç işe gitmesek ama paramız olsa, ders çalışmasak ama en zor bölümde okusak,
hiç okula gitmesek ama devamsızlıktan kalmasak,
işimizden memnun değilsek bir çırpıda değiştirsek,
patronumuz ‘yıllardır senin gibi eleman arıyordum’ diye karşılaşa bizi,
iş yerinden sürekli bahanelerle izin alabilsek, bir çırpıda maaş günü gelse,
arka planda birileri bizim için faturaları ödese, hiç banka kuyruğuna girmesek,
yataktan fönlü ve makyajlı kalksak, ellerimiz hep bakımlı manikürlü,
hiç ev işi yapmasak ama her yer derli toplu olsa,
kıyafetler yıkanmış ütülü olsa,
çevremizdekilere her kötülüğü yapsak ama kimse bizden vazgeçmese,
bir dilim ekmekle doysak, her öğün zengin sofralar kursak,
işlerimizi hep ala verelerle yürütsek kimse anlamasa,
insanların hemen yanı başında konuşsak duymasalar,
doktor şansınız varmış biraz daha geç kalsaydınız dese,
her kazadan burnumuz bile kanamadan kurtulsak,
istediğimiz anda sahne değiştirir gibi hoppp burada hoppp orda olabilsek,
yaşadığımız günden sıkılınca ekranda ‘beş yıl sonra’ yazısı çıksa,
ama biz hala aynı kalsak, 
ağlayınca kendimizi Hül.ya Ko.çyiğit edasıyla kanepeye atsak,
Seze.cik gibi ansızın hiç görmediğimiz babamız, annemiz çıka gelse,
en ihtiyacımız olan zamanda arayacağımız hiç görmediğimiz zengin bir akrabamız olsa , miras kalsa hiç tanımadığımız birilerinden,
hem tek maaşla çalışsak hem de genç yaşta zengin olsak,
başımız sıkışında gidip fikir danışacağımız bir yaşlı bilge tanısak,
o bize önce akıl verse, sonra zorla çaldığı ney'i dinletse,  
her an gidiyorum diyebilmek için dolabın üstünde veya yatağın altında
her daim hazır bir valiz olsa,
yolculuğa çıkarken 'beslenme çantası' kadar bir çanta alsak yanımıza
içine de beş vakit kıyafet değiştirecek her şey sığdırabilsek,
bir zamanlar bize çektirenlerden öcümüzü alsak,
bir zamanlar fakir ama gururluyduk rolleri yapsak
ve hepsinden önemlisi yıllar geçse biz hiç değişmezsek...

28 Aralık 2010 Salı

Buldum! Suçlu Zamanmış


Son zamanlarda çevremdeki insanları, sahip olduklarımı çokça düşünür oldum. Çocukluğumdan itibaren hatırladığım,
hayatımda bir görünüp bir kaybolan herkes bir bir geçiyor gözümün önünden.
Çocukluk arkadaşlarım, sınıf arkadaşlarım, iş arkadaşlarım
(hepsi değil çok şükür hala elimde kalanlar var) aile dostları,
komşular, akraba çocukları, yaşıtlar.
Hiç kimse hayatımda kalıcı olmadı.
Hayatımın her evresinde birilerini arkamda bırakarak yeni hayata
yeni insanlarla devam ettim. İnsanlar birden yok oldu sanki.
Ne oldu ne değişti anlamadım. Yıllardır görüştüğümüz
aile dostlarımız, akrabalar, benim onsuz lokma yemediğim çocukluk arkadaşım,
 aile gibi olduğumuz komşular, aynı yemeği paylaştığımız okul arkadaşlarım
bundan daha büyük paylaşım mı olur?
Biz yıllarca aynı evi paylaştık onlarla, onlar bile kayboldu.
Düşünüyorum da demek ki hepsi yalanmış,
 hepsi şartlar gereği o anlıkmış.
Zaman, mesafe gerçekten her şeyin üstünü örtermiş,
her şey geçmişte kalabilirmiş.   

Dönemimim Ödevi


Hatırlar mısınız bilmiyorum eskiden okulda  ‘dönem ödevi’ diye ödevler verilirdi.
Her ders öğretmeni zamanı gelince bazen grup grup bazen de kişiye özgü ödevleri dağıtır ve toplanma tarihlerini söylerdi.
Küçük not defterlerinden ismin okunur, kalkarsın öğretmen sana şöyle bir bakar süzer ‘sen şu konuyu yaz getir’ derdi.
Neye göre kime göre karar verirdi hiç anlamamışımdır. Hemen her ders dönem ödevi yazma kuralları hatırlatılır, kâğıt düzeni anlatılırdı sağdan, soldan bırakılacak boşluklar en az arzuhalciler kadar ezbere bilinirdi.
Çok yazsan ‘hiç okumamışsın kitabı olduğu gibi yazmışsın’ az yazsan ‘bu ne bir sayfa yazıp getirmişsin bu mu ödev diye getirdiğin’ diye mutlaka azar işitirdin.
En makbulü ortayı bulmaktı ama gel gör ki öğrenci milleti de bunu bilmezdi.
Çizgisiz kağıda ‘dolma kalemle’ yapılan bu ödevler tam bir işkence gibiydi,
ellerinde mürekkep izi olana bakıp kolaylıkla anlardın hafta sonu ne iş yaptığını.
Gece yarılarına kadar yazar yazarsın tam son sayfaya gelirsin ya mürekkep damlar üstüne, ya yanlış yazdığını fark edersin, ya sayfan kırışır ...
Ne kâbus, ama illaki de bir kaza gelirdi öğretmene teslim edene kadar gözün gibi baktığın dönem ödevinin başına.
Birde sunumu var tabi, çiçekler çizen, ne bileyim kapak sayfasına dersin adını veya öğretmenin adını değişik yazılarla yazan.
Benim hiç öyle yeteneklerim yoktu, boş renksiz yazar verirdim.
Bir de öğretmenin verdiği toplama zamanından önce getiren
kendini bilmezler vardı ki, sende onlar yüzünden yanar giderdin.
Sonra öğretmene tarihi hatırlatmaya çalışır, daha bir hafta olduğuna inandırmaya çalışırdın.
Daha sonralarda (lisede sanırım) her dersten dönem ödevi verilmesi kalktı (tüm Yurtta bayram edildi o tarih) sadece öğrencinin seçtiği bir dersten dönem ödevi alınır oldu.
Bu derste genellikle öğrencinin zayıf olan bir dersi olurdu ki o dersten alınan not önemliydi, hem ortalama hem de öğretmenin ‘kanaat notu’ vermesi açısından.
Neyse çok uzun oldu, bir de verilen ödevler için kaynak arama çilemiz vardı ki
o da başka zamana artık,
hepsi şimdi bünyeye ağır gelmesin.


Her şey Günlük


Ne garip her şeyi günlük yaşadığımız yetmiyormuş gibi,  

mevsimleri de öyle yaşar olduk.

Bir günde yaz, bir günde kış geliyor artık.


27 Aralık 2010 Pazartesi

Sanal Hediyelerim


Madem yılbaşı yaklaşıyor herkeste bir telaş,
o halde bende katılıyorum buna.
Hani eskiden okullarda yılbaşı çekilişi yapardık.
Güya sürpriz olacak kimse söylemeyecekti
ama içimizde tutamayıp fısıldardık illaki. O çekiliş gibi olsun,
bende fısıldıyorum ‘bana siz çıktınız’
Sağlık, mutluluk, huzur hepsini paketledim.
Herkese veriyorum bunları, ihtiyacı olmayan yoktur herhalde.
Beş yıldızlı bir otelde bir milyon kişilik yer ayırttım,
işinden bunalan yaza kadar beklemeyecek olanlara ilaç gibi gelsin dedim.
Çocuğu olanlara bir gecelik en deneyimli bakıcıları tuttum,
birkaç saatçiği kendilerine ayırsınlar diye.
Darda kalanlara, ihtiyacı olanlara bol bol dua gönderiyorum
en kısa zamanda bir çıkar yol bulsunlar diye,
 paraya ihtiyacı olanlara bana çıkacak ikramiyenin yüzde doksan beşini ayırdım
daha çok gülen yüzlere, kimsesiz yüreklere derman olsunlar diye
(ahhhhh keşkeee çokca param olsa)
Yeni yılda çalışmak zorunda kalanların tüm işlerini üstleniyorum
(benim her günüm aynı ne de olsa, çok şey fark etmeyecek),
ayrı kalanlara, hasretlik çekenlere tüm karayollarından,
hava yollarından, deniz yollarından iki milyon kişilik yer ayırttım
herkes sevdikleriyle olsun diye.
Bunlar tabi ki hayali hiç biri elimden gelmez malasef.
Sadece gönlümden gelen hediyeleri verebilirim size.
Herkesin derdi, sıkıntısı eski senede kalsın.
Yeni yıl yeni başlangıçlar getirsin herkese, sağlık, huzur,
mutluluk, kimse üzülmesin, kalıcı sıkıntılar çekmesin,
hepsi uçup gitsin. Kimse yalnız kalmasın,
etrafında dost gülen yüzler olsun,
herkes sevdiği işi yapsın, işsizler iş bulsun,
öğrenciler güzel güzel yerler kazansın, emeklerinin karşılığını alsın,
sorular bir çırpıda bitsin, sayılı günler göz açıp kapayana kadar geçsin,
ayrılıklar bitsin, hastalar şifa bulsun.
Ve daha aklıma gelmeyen tüm iyi dilekler hepsi sizin olsun...
Ne yapalım, sanal âlemin sanal hediyesi de bu kadar olur.  



Aralık Ayı Bilgilendirme Toplantısı


Hem Aralık ayını, hem de bu seneyi bitiriyoruz.
Bilgilendirme her ikisi içinde olabilir aslında.
Neler oldu bakalım;
Bütçe; ayağımı yorganıma göre uzattım,
olmadı ayaklarımı çektim, idare ettim bir şekilde açık yok şükür.
Yine ne uzadım ne kısaldım,
buralardayım,
saklanıyorum,
aklıma ne gelirse yazıyorum.
Çok iç hesaplaşmalar yaptım,
galiba ben borçlu çıktım,
borç yiğidin kamçısıdır dedim, senet imzaladım.
Bol bol surat astım.
Birçok şeyi halı altına süpürdüm.
Birçok şeyi görmemezlikten geldim, içime attım,
çok hayal kırıklıkları yaşadım, çok pişmanlıklar, keşkeler, şaşkınlıklar...
Çok erteledim.
Çok ders aldım, aklımın bir köşesine kazıdım,
şuraya yazdım silinmez yazılarla.
Çok kalp kırdım, çok kırıldım.
Çok vaktimi boşa harcadım,
Boş şeylere takılıp kaldım.
Geçici sevinçler yaşadım, yalancı baharlar.
Kalıcı derinleşen yaralar aldım.
Alttan derslerim kaldı, yeni seneye sorumlu geçtim.
Çok dinledim, çok sustum.
Çok sorguladım.
İçimdeki birkaç damla umudu, daha çok ihtiyacı olana verdim,
Ben böylede idare ederim dedim.
Bir yaş daha büyüdüm,
Artık çocuk olmadığımın iyiden iyiye farkına vardım.
Geçmişe sıkı sıkı sarıldım, gelecekten hala korkmaktayım.
Çok acıya, hastalığa, yolculuğa şahit oldum,
Çok kişiyi uğurladım,
Israrla yenilerini sokmadım hayatıma,
hala elimde olanlara sarıldım.
Yeni hayatlara, kurulan yaşamlara tanıklık ettim.
Rolümü elimden geldiğince en iyi şekilde oynadım,
Umudumu kaybetmedim.
Hala varım, buradayım...


 

Hala Birazcık Umut Var


Başımı kaldırıyorum,
önce her tarafı kaplayan simsiyah dumanı görüyorum uzaktan.
Kapkara bulutlardan bile daha kara.
Yavaş yavaş yaklaşıyorum bu defa insanın içine,
ciğerlerine dolan kokusunu duyuyorum.
Belli ki yolumun üstündeki okulun kaloriferleri yeni yakılmış
 öğrencilerini bekliyor.
Yüzüm asılıyor adımları sıklaştırıyorum dumandan kurtulmak için.
Sonra satılık çam fidelerini çıkıyor karşıma taze körpecik daha.
Sabah sabah ne güzel sürpriz diyorum kendi kendime,
biraz daha yürüyorum bu defa aynı okulun bahçesindeki çam ağaçlarının
kokusunu duyuyorum yağmurda ne de güzel kokuyorlar.
Yağmur damlaları ipteki boncuk gibi dallarına dizilmiş bir bir.
Yüzüm aydınlanıyor, kapkara sabaha inat.
Sonra düşünüyorum kendi kendime
hemen umudunu kaybetme diyorum.
Birazcıkta olsa hala umut var.

24 Aralık 2010 Cuma

Çok Cesurum Çokkk

Cesurum, cesurum, cesurummm.....
Bir şeyden korkmam cesurum....

(Bu şarkım bir zamanlar Su.sam Soka.ğı izlemiş herkese gelsin) 


Her Mevsim Aynı

Şu an karşımda kış güneşi vurmuş altın sarısı yaprakları ile büyükçe bir ağaç.
Henüz birkaç gün önce yaprakları yem yeşildi.
Şimdi ise o devasa dalları rüzgârda nazlı nazlı sallanmakta,
sırası gelen sarı yaprakları bir bir düşmekte yere.
Nasılsa kendinden emin, biliyor görevini yaptı yaz boyu.
Şimdi baharda yenilenme zamanına kadar derin bir uykuya dalacak.
Kar yağacak üstüne, çıplak dalları üşüyecek, yağmur aşındıracak köklerini,
rüzgar bir oyana bir buyana sallayacak devasa gövdesini.
Ama biliyor bunların sonunda baharda yeni tazecik filizlerle,
yapraklarla ödüllendirileceğini karşılığını alacağını, içinde umutla
baharı beklemekte.
Bence bundandır bu metanetli, vakur duruşu.
Şimdi düşünüyorum da ben hayatımın hiçbir evresinde bu ağaç kadar olamadım. Değişikliklerden hep korktum tek düze yaşadım hayatımı,
geleceğimden emin olamadım, hiç yenileyemedim kendimi
bugün ne isem yarında oyum bilmekteyim.
Yarından, gelecek olan bahardan da, yazdan da, kıştan da
çok büyük beklettiler içinde değilim.
Her mevsim aynı benim için bilmekteyim.

Benim Derdim Senin Derdini Döver

Hayatta karşılaştığımız zorluklardan, taşıdığımız yüklerden söz edip
dururuz ya hep.
Bazen merak ediyorum bunların hepsini toplayıp
tartsak kimin yükü daha ağır gelir acaba.
Ağırlık birimi ne olur?
Kime göre ağır veya hafif olur?
Kararı kim verir?
Tarifesi ne olur?
Bazı insanlar vardır mesela omuzlarında tüm yaşamının ağırlığı.
Yürüdüğü yer yoldan, geçtiği her yaştan toplana toplana gelen,
katlanan ağırlıklar.
Tüm yaşamı böyle geçmiş alışmış onlarla yaşamaya.
Hepsini hayat boyu taşımış yüreğinde, omuzlarında.
Yük diye adlandırdıkları, ‘geçim kavgası’ deriz ya onun üzerine,
yokluklar, hastalıklar, yalnızlıklar, yitirdikleri üzerine.
Bazı insanlarda vardır ki henüz bu zorlukların hiç birisi ile tanışmamış,
ama yükü yok değil.
Ona da sorsanız o da kendince anlatır bir bir, yakınır.
Belki senin dert diye anlattıklarını anlamsız bulur.   
Bazı insanlar vardır mesela, bu yaşında bile kaldıramayacağın kadar ağır
yüklerle daha senin yarı yaşında karşılaşır.
Şaşırırsın bu yaşında nasılda metanetli, nasılda dimdik diye,
bunca yükü nasıl taşıyor diye.
Bunun aslında yaşla, maddi durumla, sağlamlıkla alakası yok. 
Gerçekte her insana taşıyabileceği kadar yük yükleniyor o kadar.    

Eserlerimizle Gurur Duyalım

Çocuklarımıza her şeyi öğrettiğimizle, onları çok iyi yetiştirdiğimizle övünüp duruyoruz.
Her konuda donanımlı, özgüveni yüksek, duygusal zekâsı gelişmiş,
her problemi çözebilen, boyundan büyük laflar eden,
büyümüşte küçülmüş, okulunda başarılı, tüm sınavlarında
dereceye giren, en zor bilgisayar oyunlarını bile çözebilen
çocuklar yetiştiriyoruz.
Tüm bunların hepsini öğretebiliyoruz da o halde neden paylaşmayı
öğretemiyoruz da cimri oluyorlar, neden bencil benmerkezci hepsi,
neden duyarsız, neden sadece tüketiyorlar, hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorlar,
neden hiç biri karşılıksız sevemiyor, hayattan zevk alamıyor.
Hepsi doyumsuz her şeyin en iyisini en yenisini giymek kullanmak
istiyorlar, hepsi hırslı, kıskanç, bu yaşta insanları yargılamayı öğreniyorlar,
arkadaş seçiyorlar, hepsi rahatlıkla şiddet uygulayabiliyorlar.
Çoğu dünyadan kopuk ya bilgisayarlarına ya da telefonlarına esir,
 geri kalan zamanlarını da ya dershanelerde, ya da alışveriş merkezlerinde
harcıyorlar.
Daha bu yaşta hepsi rüş.ve.te alışmış ödülünü almadan ders çalışmıyor.
Her sınava daha iyi bir telefon daha iyi bir ayakkabı hayali ile daha hırslı çalışıyor.
Sizce kim suçlu? Onları yetiştiren biz mi?
Bizim istediğimiz gibi yetişip kontrolden çıkan onlar mı?
     

23 Aralık 2010 Perşembe

En Acısı Ne Biliyor musunuz?

Mutsuzluğumuza, kızgınlıklarımıza, surat asmalarımıza,

kavgalarımıza, şikâyetlerimize, sızlanmalarımıza,

memnuniyetsizliklerimize  neden gösterdiğimiz,

şartlar, olaylar, kişiler, nedenler, sorunlar

ortadan kalksa bile hala mutsuzuz,

kızgınız, surat asıyoruz, şikâyet ediyoruz, sızlanıyoruz,

hiç bir şeyden memnun kalmıyoruz.

Ayakta Alkışlanmam Lazım

Bu yaşıma geldim;

sonsuzluğa uğurladıklarım, kayıplarım,  yaşadıklarım,

gördüklerim, hayal kırıklıklarım, kırgınlıklarım,

elimden kayıp gidenler, benim vazgeçtiklerim,  

söyleyemediklerim, duyduklarım, pişmanlıklarım,

dibe vurmalarım, bıktım, yaşanmaz artık çıkışlarım,

bundan daha kötüsü ne olur ki, her şey bitti dediklerim çok oldu.

Hele son zamanlarda yarından ümitsiz, yeni felaket kehanetleri,

depremler, seller uyuyup uyanacağım belli değil.

Her yer de şiddet, kavga, cinayet, sevgisizlik, memnuniyetsizlik,

saldırganlık.

Ama tüm bunlara rağmen ‘os.carlık’ bir performans sergiliyorum.

Tüm iyi niyetimle bana verilmiş bir ömrü,

biçilmiş rolü en iyi şekilde yaşamaya çalışıyorum.

Kanıt

Bazen hayatta olduğumu kanıtlayan tek şey nefes alıp vermem oluyor.

Hepsi o kadar...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Penceremde Dünya

                                                   Teşekkürler

Her sabah güne başladığınız,

ya da tüm gün hayatı izlediğiniz pencereniz nereye bakıyor?

Görüş açınız kaç metre?

Televizyonda izlediğim bir belgeselde K.ara.denizde köyde yaşayan bir aileyi

tanıtıyorlardı.

Ailenin yaşadığı evi görseniz böyle sanki bulutların üstünde gibi,

etrafı göğe uzanmış ağaçlarla çevrili.

Bu bile yeter, ne şanslılar diye düşünüyordum ki kamera açısını değiştirince

evin önündeki o manzarayı gördüm.

Gerçi bu güzellik manzara kelimesi ile bile anlatılmaz. 

Siz hiç pencerenizden bakarken geniş çayırlar, ormanlar,

komşu birkaç köy, arkada birkaç tane sıra dağ,

uzayıp giden gelen arabaları dahi gördüğünüz yol,

hatta akan bir dere gördünüz mü?

 Düşünsenize sabah uyanıyorsunuz güneş tam karşınızda,

ya da akşam ay ile yıldızlar sanki odanızda.

Bense dört bir yanı apartman duvarları ile çevrili

bir manzaraya uyanıyorum her sabah.

Çoğu zaman dışarı çıkmasam gökyüzünü bile göremeyeceğim bir dünyaya.

Tüm manzaram bu kadar,  sadece boş renksiz duvarlar.

Oysa onların manzarası her mevsim renk değiştiriyor yeşiller, maviler, beyazlar.

Ben başımı kaldırdığımda binalar onlar bulutlar, gök kuşakları görüyor.  

Benim yürüdüğüm yollarda hepside yalancı renklere boyanmış;

dükkânlar, alış veriş merkezleri, mağazalar, elektrik direkleri.

Onlar ise uzayıp giden yeşil patikalarda, çayırlarda yürüyorlar,

renk renk çiçekler ayaklarında altında halı.Yol arkadaşları ağaçlar.

Şanslılar demekte haksız mıyım sizce?


21 Aralık 2010 Salı

İzler


Küçükken aldığım yaralar ellerimde, dizlerimde izler bırakırdı,

şimdi ise kalbimde.

Eski olanlara tebessümle bakıyorum,

 tek tek biliyorum hangi oyundan hatıra.

Yeni olanları ise en kuytulara sakladım.

Hiçbirini hatırlamak istemiyorum.

Kilo Beşyüzzz, Kilo Beşyüzzz

Eskiden sokak satıcıları vardı.

Mahalle aralarından bağıra bağıra geçen sokak satıcıları.

Çoğunluğunda mevsimine göre meyve sebze satılan

sokak satıcıları.

Bazılarının ses sistemleri olurdu mahalleyi inleten,

uyuyanı uyandıran, kulak tırmalayan.

Bazen diğer sokaktan geçen satıcının sesi bu sokaktan bile

belli belirsiz duyulurdu.

Karışık ne dediğini anlamak için kulak kabartırdık.

Bazen de tahminler yürütürdük ne sattığına dair,

çoğu zaman tutardı tahminler aynı sesi aşina olduğumuz için,

çoğu zaman da komik hiç alakasız şeyler çıkardı.

Kim bilir belki de o sırada canımız ne istediyse

onu duyardı kulaklarımız satılanın o olduğunu ümit ederek.

Semt pazarının olduğu zamanlarda mahalleden geçenler

ya çok iyi satış yapardı; pazara gidemeyecekler,

pazara gidip pahalı diye bir şeyler almamışlar,

fazla yük taşıyamayacak olanlar eksiğini alırdı satıcıdan.

Ya da şansına herkes gitmiş olurdu pazara

bu defa da hiç durdurulmadan sokak aralarından geçer giderdi.

O zamanlar satıcı bir sokakta durdu mu

başında ki kalabalık yavaş yavaş artar,

en az üç dört komşu etrafında toplanırdı.

Güle konuşa ayaküstü sohbetler edilir,

satıcıya sitemler sıralanırdı;

‘Çürükleri koyma, bak geçen hafta aldım iyi çıkmadı,

çok diyorsun kilosuna bak üç kilo ılıcam’ 

satıcıda artık tanıdık olmanın verdiği rahatlıkla

‘abla’ diye başlayıp anlatırdı kar edemediğini,

okuyan çocuklarını, üşüdüğünü, sıcağın başına geçtiğini.

Geçen haftadan alış verişten memnun kalanlar

ballandıra ballandıra anlatır, bir kilo alana bir kilo daha aldırırdı,

 kaçıranlar görenlere işaret ederdi durdur diye,

gelmeyen komşular için bekletilirdi araba.

 Sonra karşılıklı hayırlı işler dilenir, araba gider,

ayaküstü sohbet devam ederdi.

 Alınanların yarısı daha eve gitmeden sokakta oynayan çocuklara dağıtılırdı.


Şimdi her şeyi marketten alır olduk,

kimseyi tanımıyoruz görmüyoruz.

Sanki görünmez bir el biz yokken her şeyi getirip raflara diziyor,

etiketlerini yazıyor. Bizde suratımız asık,

yanımızda alış veriş yapana bile kafamızı kaldırıp bakmadan,

çoğu zaman tek bir kelime dahi etmeden, 

memnuniyetsiz bir şekilde seçip, aynı yüz ifadesi ile tarttırıp,

kasadan geçirip çıkıp geliyoruz

Kredi Kartına Kaç Taksit


Hepimizin cebinde mutlaka kredi kartı var.

Bunun verdiği güvenle istediğimiz her şeyi kolaylıkla satın alabiliyoruz.

Tek seferde ödeyip alamadığımız pahalı bir şey bile

taksit yapılınca daha cazip geliyor gözümüze.

Hatta ihtiyacımız olmayanı, hiç aklımızda olmayanı bile satın alabiliyoruz.

Sonrada çok kolay aldığımız her şey yavaş yavaş bizi ele geçiriyor.

Taksitle aldığımız; arabamızın, televizyonumuzun,

son model cep telefonumuzun, bilgisayarımızın esiri oluyoruz.

Tüm vaktimizi onlara ayırıyoruz, gözümüz bir şey görmüyor.

Bu defa esiri olduğumuz tüm o şeylerin parasını ödemek için daha çok çalışıyoruz.

Ailemizden, arkadaşımızdan çaldığımız vakitleri peşin peşin biz ona ödüyoruz.

Kimin daha karlı olduğu tartışılabilir bir konu.

Öyle bir hale geldik ki para ile almadığımız hiç bir şeyin kıymeti bilmez olduk,

bazen bir arkadaşımızın dostumuzun,

cep telefonumuz kadar bile değeri olmuyor gözümüzde.

Yıllar sonra görüştüğümüz arkadaşımız ile konuşurken

bir elimiz sürekli telefonda oluyor mesela,

ya da evimize gelen yıllardır görmediğimiz misafirimizden kaçamak televizyona

bakmadan duramıyoruz.

Kısaca para ödemediğimiz,

taksit yapmadığımız hiç bir şeyin kıymetini bilmiyoruz..

Çarpmaya, bölmeye, kalan ayları, bonusları,

hesap kesim tarihlerini hesaplamaya alışmışız.

Böylesi karşılıksız bir sevgiyi ve tek işlemi anlamıyoruz, cazip gelmiyor bize. 

Olasılık


Sizce satın almak istediğiniz ‘kalem pili’ her çeşit elektronik eşya

satan bir mağazada değil de,

bir kuruyemişçide bulma olasılığınız yüzde kaçtır?

20 Aralık 2010 Pazartesi

Yansımalar



Bazen fark ediyorum ki

çevremden gördüğüm, duyduğum her şey benden yansıyanlar.

Ben birine tebessüm edersem o da ediyor,

ben selam verirsem o oda veriyor,

ben ‘bugün nasılsın’ diye sorarsam o da soruyor,  

ben ararsam oda beni arıyor,

ben dinlersem o da dinliyor, 

ben iyi olursam her kes iyi oluyor.

Pazartesi Sendromu


Haftanın ilk günü, soğuk bir havaya uyanmış zar zor hazırlanmış,
servise yetişme telaşıyla hiç bitmeyecek gibi görünen o yokuşu çıkmaya çalışıyorum.
Önce iki köpek görüyorum, 
sabah sabah gayet sinirli bir şekilde yoldan gelip geçen
arabaları havlayarak kovalıyorlar.
İkisi de güçleri yettikçe takip ediyor,
sonra araba uzaklaşınca geri geliyorlar
bir sonraki araba gelene kadar sakin sakin bekliyorlar.
Ben onları geçtiğim yolda bıraktığımda,
yoldan geçen her arabada bu böyle devam edecek gibi görünüyordu.
Yolun biraz daha yukarısında bu defa çöpün etrafında toplanmış kargalar var.
Onlarda yemek bulma telaşı ile bir havalanıp bir konuyor çığlıklarla.
Sonradan ne olduysa ikisi kavga etmeye ve bir birlerini gagalamaya başlıyorlar.
Kavgaları ve yemek telaşları beni görene kadar devam etti.
Benden korkanların bazıları havalanmadan yandaki yeşilliğe doğru gitti.
Bazıları ise hemen üstümüzden geçen tellere kondu.   
Bende, yeni haftaya sendromlarla başlayan tek ben değilmişim
demek ki diye kendi kendime tesellilerle durağa doğru yol aldım.


Aka Eke Kek Kak Aka Eke Kek Kak


Yukarda yazdığım kelimeler ne anlamsız değil mi?

Ama benim için bir zamanlar en anlamlı ve düzenli kelimelerdi.

Ben onları yanlışsız ve aynı hizada yazdığımda ne mutlu olurdum,

sadece ben mi sınıfımda ki herkes.

Öğrendiğimiz her harf de kelimede gözlerimiz ışıldardı,

daha bir kendimizden emin zor harfleri öğrenmeyi,  

kelimeleri metinleri yazmayı merakla beklerdik.

Az çok tahmin etmişsinizdir her halde daktilodan bahsettiğimi.

Lisede iki yıl daktilo eğitimi almıştım.

On parmak yazmayı, her derste bir önceki harflerden kelimeleri,

sonra da yeni bir harfi sabırla öğrendik iki yıl boyunca.

Hatırlıyorum ilk yıl daktilo dersi pazartesi günü ilk dersimizdi.

Ders dışında hep kapalı ve kilitli kalan sınıfa adım atar atmaz

önce kokusu karşılardı bizi,

 makine yağı, şeritlerin mürekkebi karışık kokular.

Daha sonra soğukluğu ve disiplini göze batardı.

Masalar, daktilolar, sandalyeler hep aynı hizada

düzenli, herkesin yeri belli olurdu, başka masaya oturulmaz,

başka daktilo kullanılmazdı.

Kışın okulun üst katında olan sınıfımızda, özellikle de daktilonun tuşları

o kadar soğuk olurdu ki insanın parmakları buz gibi olurdu.

Yazın ise camlar fazla açılmazdı çünkü bu defada notlarımız uçuşurdu.

Kapı ise ders boyunca hep kapalı tutulurdu ki sınıftan yükselen

bazen uyumlu bazen de bozuk 'tik tak' lar diğer sınıfların dikkatini dağıtmasın.  

‘Daktilo öğrenmenin ilk kuralı eline bakmayacaksın’

böyle derdi öğretmenlerimiz,

eline bakmadan sadece parmakların bilecek doğru harflerin yerini.

Kitabımız hep sağ tarafta olurdu.

Sadece kitaba bakıp yazılacak kelimeler yazılır

sonra eller klavyeden çekilip gözler ile doğruluğu kontrol edilirdi.

Kitabımız şekil olarak on beş yıllık eğitim hayatımda gördüğüm en aykırı kitaptı.

Uzununa açılan, içinde çok güzel hikâyelerin, şiirlerin,

yine harflerle yapılan şekillerin olduğu bir kitap.

Son zamanlarda renklenen kitapların aksine, samanlı kâğıda basılmıştı.

Henüz işlemediğimiz konularda ki yazıları okumaya çok severdim,

ama harfleri öğrenmeden yazmaya cesaret edemezdim,

olur da öğrenmediğim harf çıkar ve elime bakarım diye korkardım.

Bunu yazmasam olmaz,

bir de yanlış yazılan harfin silinmesi vardı ki tam bir kâbus,

 o zamanlar silindir şeklinde özel silgiler vardı,

ama bunlar silmekten çok kâğıdı yırtardı çoğu zaman.

Sonra sildiğin harfin üstüne denk getirip doğru harfi basman gerekiyordu

asıl maharet ondaydı bence.

Denk getiremezsem kargacık burgacık bir şeyler çıkardı ki

ortaya anlayabilen beri gelsin.

Sınavlarda yanlış harfi düzeltmeye izin verilmezdi,

sadece derslerde düzeltirdik.

Sonra, sonra iş hayatımda hiç daktilo kullanmadım gerekte kalmadı.

Beynimde gereksiz bir bilgiyi siler gibi, sildi öğrendiği her şeyi.

Parmaklarım daha bir sevdi iki parmak bilgisayar klavyesini,

diğer sekiz parmağım emekliye ayrıldı.

Unuttu onlarda, hangi harf hangi parmağındı.   

17 Aralık 2010 Cuma

Sabah Kahvaltısı




Bu sabah durakta servis bekliyorum,

arka tarafta gözüme bir kaybolup bir çıkan belli belirsiz karartılar takıldı.

Önce ne olduğunu anlamadım gelip geçen insanların gölgeleri sandım,

ama şöyle çekilip durağın arkasına bakınca o minicik serçeleri gördüm.

Nasılda küçükler, uzaktan bakınca hepsi aynı gibi ama, bu kadar yakından da

incelenince hepsinin tüylerinin ayrı güzel olduğu, desenleri farkediliyor.

Yere çubuk krakerler düşmüş (bilmiyorum beklide biri koymuş)

onlarda yağmurdan ıslanınca serçelere kahvaltı olmuş.

Hepsi sessiz sessiz Onu yeme telaşındalar.

Aceleyle birer birer geliyorlar,

o küçük gagaları ne kadar büyük bir lokma koparabilirlerse

koparıyorlar ve yine aceleyle uçup gidiyorlar.

Arada bazıları kah insanların gölgesinden,

kah gelen arabalardan korkup bir lokma bile almadan

o minicik kanatları ile uzaklaşıyor.

Daha cesur olanlar ya da daha aç olanlar biraz daha ürkek adımlarla,

ama daha dikkatli gelip hem lokma koparmaya hem de gelip gidenden

gözünü almamaya çalışıyor.

Bu böyle ne kadar devam etti bilmiyorum,

bir anda önce bir sokak köpeği çıktı ortaya bir çoğu panikle havalanıp gitti.

Geriye bir tane cesur serçe kalmıştı o kahvaltısına devam ediyordu ki,

sonradan köpeklerin bir değil iki olduğu belli oldu,

hem bu gelen direkt kahvaltı sofrasının üstüne geliyordu merakla.

Böylece sabah kahvaltısı zorunlu olarak sona erdi, herkes işine uçup gitti.

Baban Ne İş Yapıyor?



Bana göre çocukların en savunmasız oldukları ve çoğu zaman cevap

vermekten kaçındıkları sorular aileleri hakkında ki sorulardır.

Çocuk aklı sürekli bir şeyleri merak eder, hemen her konuda sorular sorar.

Baban ne iş yapıyor? Nerelisiniz? Annen çalışıyor mu?

Düşünsenize yeni okula başladınız, ya da başka bir okula geçtiniz,

soruların ardı arkası kesilmez o zaman.

Ve senin gayet çocuk saflığı ile verdiğin cevaplar gün gelir,

en olmadık zamanda ya bir kavgada, ya arkadaş ortamında,

ya da sınıfın sessizliğinde sana doğrultulmuş bir silah olur.

Daha altı yedi yaşında bile olmayan çocukların babalarının meslekleriyle,

ya da annelerinin okullarıyla, maddi durumlarıyla, giydikleriyle.... 

Övünmesi ya da bunu bir üstünlük olarak kullanması inanıyorum ki

doğuştan gelmiyordur.

Sonradan bunu kim veya neden öğretir hiç anlamamışımdır. 

Yine aynı yaşlarda ki çocuklarında babasının mesleğini söylemeye utanması,

arkadaşlarım ne der diye annesinin ilkokul mezunu olduğunu

saklamaya çalışmasını anlamadığım gibi.

16 Aralık 2010 Perşembe

Kale

Akşam saatleri, masamda oturmuşum önümdeki camdan dışarı bakıyorum. 

Zifiri karanlık, sadece yoldan geçen arabaların ve uzaktaki camilerin ışıkları görülüyor.

İnsanın içi ürperiyor.

Birazdan her yerden el ayak çekilecek,

sokaklar, mahalle araları kendi sessizliğe bürünecek.

Evlerine geç kalanlar ise daha bir acele edecekler o zaman,

bu karanlıktan, sessizlikten kurtulmak için.

Sıcacık, güvenli kalelerine sığınacaklar bir sonraki zifiri karanlığa kadar.    

Yat Artık! Yarın Okula Gideceksin

Okul hayatım boyunca Pazar akşamları içimi bir hüzün kaplar,
kalbime sanki bir ağırlık çökerdi.
O gün sokaktan eve erken gelinir, banyo yapılır, okul kıyafetleri yıkanır,
ütülenir, dersler tamamlanırdı.
O akşam daha bir erken yatılır, misafirliğe götürülmez,
ya da televizyondaki 'güzel film' izlettirilmezdi.
O zaman kesinleşirdi ki iki günlük kısacık tatil bitti, yarın yeni bir hafta başlayacak.
Özellikle ilkokulda ilk gün tırnak ve el kontrolü yapılır,
ödevler daha bir dikkatle incelenirdi.
Öyleye iki gün tatildi, ödevler en iyi şekilde yapılmış olmalıydı, baştan savma geçiştirilmemeliydi.
Olurda ödevini yapmayan olursa cezasını iki misli alırdı,
mazereti kabul edilmezdi.
Çünkü o iki gün tüm engelleri aşmak için yeterde artardı bile.
Ortaokulda;
Hafta içi derste başlanıp aceleyle yapılmış el işi ödevleri,
hafta sonu bazen anne bazen de ablanın yardımı ile tamamlanır, 
ilk gün okula götürülürdü.
Herkes ödevini en az zararla götürebilmek için tüm yaratıcılığı kullanarak en pratik
taşıma şeklini bulurdu.
Yine hafta sonları;
Öğretmenin verdiği araştırma ödevleri yapılır,
notalarını öğrenilen şarkı flüt ile pratik yapılırdı.
Eksik defterler tamamlanır, yırtılan kitap kaplıkları yenilenir.
Sökükler, yırtıklar onarılırdı.
Bazı yıllar hatırlıyorum pazartesi günleri ilk ders yazılı olurdu,
bazen matematik dersi ya da sevilmeyen bir ders,
bazen de beden eğitimi dersi olurdu
Daha ilk derse herkesin suratı asılır, ardı arkası gelmeyen esnemeler başlardı.
O zamanlar ‘sabahçı’ ve ‘öğlenci’ grupları vardı.
Pazartesi günleri ilk gün sıraya girilip‘İstiklal Marşı’ okunurdu.
İlk gelenler sırayı oluşturmaya ve ayaküstü konuşmaya başlarlardı bile.
Anlaşılmaz uğultuları bahçede yankılanırdı.
Sonradan gelenler sınıfını bulma telaşı ile etrafına aceleyle bakınır,
tanıdık bir yüz bulunca da yüzü aydınlanarak sırasına girerdi. 
Özellikle kış günlerinde okulun salonu müsaitse tören içerde yapılırdı.
Yoksa kısa kesilir fazla üşümeye fırsat vermeden içeri alırlardı bizi.
Ben lisede tüm gün okulda olduğum için ilk gün okulu açanda,
son gün kapatanda yine biz olurduk.
Cuma günleri ise otobüsü kaçırma telaşı olurdu.
Böyle zamanlarda da zaten kış olduğu için
ve çoğu zaman hava çoktan karardığından tören yine kısa kesilir, 
bizde ‘kıl payı’ yakalardık otobüsü.
Bir de ortaokul ve lisede yazılılar başlayınca,
haftanın ilk günü birkaç yazılı birden olurdu.
Herhalde öğretmenlerimiz hafta sonu daha iyi çalışacağımızı düşünürlerdi,
 ama sorun şu ki hepsi aynı şekilde düşündüğü için yazılılar çakışırdı.
O zaman da hafta sonu tam bir kâbusa döner,
her yanda ders notları, kitaplar, defterler.
Bir onu bırakıp, bir bunu alarak hepsine yarım yamalak
hazırlanmaya çalışılırdı bir daha ki ‘yazılısız’ haftanın hayaliyle.


14 Aralık 2010 Salı

Hayal Kırıklıklarım


Kendi kendime sözümdür, telkinlerimdir.

Kimseyi asla ama asla gözümde çok büyütmemeliyim.

Hiçbir olaya dünyanın sonu diye üzülmemeliyim.

Duyduğum, gördüğüm hiç bir şey beni şaşırtmamalı.

Bu hayatın sürprizlerle dolu olduğunu unutmamalıyım.

Bugün yanında olanların, yarın karşında olacaklarını da bilmeliyim.

Gelmemiş günü şimdiden planlamamalıyım.

Kendime tutamayacağım sözler vermemeliyim.

Kaldıramayacağım yükleri omuzlamamalıyım.

O zaman hayal kırıklıklarım, kırgınlıklarım azalır mı acaba.





Bilemediğiniz Soruyu Geçin



Son bir veya iki haftadır, duraklarda ellerinde ders notları
bekleyen öğrenciler görüyorum.
Hemen hepsinin beyaz bir kâğıda yazdıkları notları ezberlemeye
çalışır halleri var.
Çoğu otobüsü kaçırma telaşı ile bir kâğıda sonra otobüsün
geliş yönüne sonra yine kâğıda bakıp duruyor.
Servise binenler biraz daha rahat,
çünkü servisin onları almadan gitmesi söz konusu bile değil.
Serviste binenler ders notlarını okumaya devam ediyor.
Otobüstekiler onlar kadar şanslı değil,
çoğu hem ayakta yolculuk yapıyor,
hem de o uğultuda okuduklarını anlamaya imkân yok.
Ve tabi bu öğrencileri görünce aklıma kendi öğrencilik günlerim geliyor.
Lisede benzer durumdaydım.
Ben servise binen şanlı guruptan değil,
sabahları otobüse binip oturabilen şanslı guruptandım.
Ama o saadette kısa sürerdi,
çünkü aktarma yaptığım otobüste yine ayakta kalırdım.
Lisenin ilk yıllarında bende çok çalışmışımdır otobüslerde.
Ama çoğunlukla evde bazen sobanın arkasında,
bazen sıkı giyinerek soğuk oda da,
bazen de sabah çok çok erken kalkarak evin en sessiz halinde,
hava henüz sıcakken de bahçede çalışırdım.
Üniversite de ise sınavlar bazen bir, bazen de iki hafta sürerdi.
Bir günde iki sınava girdiğimiz günler oldu.
O zamanlar tam bir kâbustu,
sınav süresi boyunca düzenli yemek yiyemezdik bile,
ama hiç sabahladığımız olmadı ev arkadaşlarımızla.
Uykumuzu alıp, daha sonra erkenden kalkarak çalışırdık genellikle.
Şehrin, sokakların sessiz olduğu bu zamanlarda çalışmak daha iyi gelirdi bize.  
En verimli zamanlardı bana göre bu saatler.
Sonuç; sonuç her şeye değerdi tüm sıkıntılarımız,
uykusuz sabahlarımız uçup giderdi.


13 Aralık 2010 Pazartesi

Gönül Kumbarası


Küçük yürekler için sizinde bir kumbaranız olsun,
öksüz ve yetim çocuklar için açılmış bu kumbarada,
para biriktirmek o kadar kolay ki;
Günde bir paket sigara az için mesela.
Markete gittiğinizde bir paket cips, kola, çekirdek, çikolata eksik alın,
bir gün hamburger yemeyin mesela,
o çocukların bu lezzeti hiç tatmadıklarını düşünerek.
İhtiyacınız olduğu için değil, çok beğendiğiz için almak istediğiniz
kazağı, hırkayı, çantayı, tişörtü almayın mesela,
bırakın birinin rengi diğerinin rengi ile uymasın,
herkes ne der diye düşünmeyin,
siz o parayı nereye verdiğinizi biliyorsunuz ya o içinizi ısıtmaya yetsin.
Modası geçti diye giymek istemediğiniz çizmenizi, montunuzu,
değiştirmek istiyorsunuz ya
o çocukların her kış üşüdüklerini, ıslandıklarını düşünün mesela.
Siz bu yaşta kendinize bayramlık seçerken,
bir yerlerde bayramlılığı olmadığı için ağlayan yetim, öksüz çocuklar
olduğunu düşünün mesela.
Sadece bir iki dakikanızı ayırarak onlar için ne yapabilirim diye sorun kendinize?
Ben onların yaşındayken anne ve babamı kaybetseydim ne hissederdim?
Ya da onları çocuğunuz yerine koyun.
Karşılıksız bir çocuğun gülümsemesi için bir iyilik yapın mesela,
bunun huzuru kaplasın içinizi, kalbinizi yumuşatsın.
Hayatınızda ilk defa 'banane' ler ile vicdanınızı susturmayın,
ilk defa o kimsesiz yürekleri ilk gören siz olun.
Kumbaraya ilk gönlünüzden kopanı siz atın.
Bir çocuğun elinden de siz tutun,
siz bırakmazsanız o çocuk hiç çekmez elini emin olun.

Öğrencilik

Hiç unutamadığım okul anılarım olmadı, hepsi bölük pörçük hatırladığım
birleştiremediğim birkaç görüntü sadece.
İlkokulda mesela etrafı boş arsalarla çevrili, bahçe duvarı olmayan,
baharda teneffüs aralarında gidip ‘pisi pisi’ otları topladığımız
(öğretmenimizin bizden yaşça küçük kızı öyle diyordu adlarına)
okulum geliyor aklıma.
Müdürümüzün her İstiklal Marşı töreni sırasında yakındığı bir bahçe duvarımız
kapımız bile yok dediği okulum.
Hizmetlinin sönmek üzere iken son anda kömür atıp,
yeniden yaktığı soba ile ısınan sınıfımız.
Yine aynı okuldayken yani o zaman ki adıyla ilkokulda,
yılsonu için bir program hazırlanıyordu.
Bizim sınıfımızdan da bir kız öğrenci görev almıştı.
İlk başlarda özenerek baktığımız bu arkadaşımızın çektiği çileyi görünce,
sonradan şanslı kişinin o değil biz olduğumuz anlamıştık.
Zavallı kızcağız bizzat okul müdürümüzün kendine
öğrettiği saz eşliğinde şimdi düşününce yaşına göre bir hayli ağır ve zor gelen
 ‘yürüyorum dikenlerin üstünde’ türküsünü hem çalıp
hem de söylemeye çalışacaktı.
Hala ne zaman o türküyü duysam müdürümüzden işittiği azarlar gelir aklıma.
Ortaokulda mesela çok sinirli ve çatık kaşlı müzik öğretmeni gelir aklıma.
Flüt çalmasını öğrenememiştim ondan.
Tuhaftır sonradan naklimi aldırdığım okulda çok güzel öğrendim,
işin en tuhafı ise esas branşı matematik olan ve sonradan benim de
matematik derslerime gelen bir öğretmenden öğrendim flüt çalmasını,
hatta notaların hepsini tanıyordum, okumasını biliyordum.
O zamanlar öğrendiğim ‘B.e.ethoven’ın K.ar.deş olun E.y İn.san.lar’ parçası hala
aklımdadır mesela.
Yine aynı okulda bizi ve okulumuzu bir türlü beğenmeyen
(aslında bana göre çok iyi durumda yeni yapılmış bir okuldu)
'Neyinize güveniyorsunuz? 
Benim derslerine girdiğim özel okulda ki çocuklarla
karşılaştırdığınızda sizin hiçbir şeyiniz yok'
diyen.
Bir keresinde kapının kolu bozulunca onun dışarıda,
bizim içerde kalmamıza çok sinirlenen öğretmenimiz.
Bize top sürmesini öğreten ve yine bizi beğenmeyen ve 
yeni geldiği ülkesinde ki çocuklarla karşılaştıran ve
bize ‘kız’ diye hitap eden öğretmenimiz gelir aklıma...